18 Mayıs 2017 Perşembe

Siyah Süt - Elif Şafak // Kitap yorumu

Kitabın Adı: Siyah Süt
Yazarın Adı: Elif Şafak
Yayınevi: Doğan Kitapçılık
Basım Yılı: 2007
Sayfa Sayısı: 308

Özeti;
Bu kitap okunur okunmaz unutulmak için yazıldı. Suya yazı yazar gibi...
"Siyah Süt" kadınlığın, kadınların hayatının kasvetli ve karanlık ama son tahlilde geçici bir dönemiyle ilgili. Birdenbire gelen ve geldiği gibi hızla dalgalar halinde çekile çekile giden bir haletiruhiye burada incelenen. Bu haliyle elinizde tuttuğunuz kitap bir nevi tanıklık. Otobiyografik bir roman.
   (...) Annelik dünyanın en yaşanılası, en muhteşem lütuflarından biri; güzel ki hem de nasıl. Aldığı tüm övgüleri fazlasıyla hak ediyor.Öylesine benzersiz, öylesine kıymetli... aynı zamanda çetrefil, karmaşık ve kimi zaman hayli ağır.

 *****
 “Siyah Süt” anlatım tekniği bakımından bilinç akışına ve iç diyaloglara yer verilmiştir.Karakterlerin anlık duygularını yansıtan çeşitli diyaloglar içermektedir.Dil ve üslup karşısında fazla düzenli olmayan ve üslupçuluğu öne çıkarmak istememiştir.Bazen mantık örgüsü iyi kurulmamış ifadelere,devrik yapılara ve tamamlanmamış cümlelere yer verilmiştir.

Kitap sonunda “Beyaz Süt” başlıkla tamamlanıyor ve bu başlık insanın hayatla ve kendisiyle barışık olmasının sembolik ifadesi olduğunu ifade ediyor Elif Şafak.Roman,sonunda kendi gerçekliğine ve toplum kodlamasına başkaldıran kadının ontolojik olarak kendi varlığını ve kimliğini kabullenmesine ve onaylanmasının anlamını taşımaktadır.Öte yandan erkek egemen dünya düzenine karşı feminist söylemle uyuşacak derecede radikal düşüncelere sahip anlatıcının asli varlığına dönmesini,kadın kimliğine yazarlığı,kadın-yazar kimliğine de anne kimliğinin eklenmesinin macerasını ele alan romandır.Bu roman farklı kişilik ve kimliklerin uzlaşmayı arayışla kendi içinde düzeni sağlamaya çalışan,iç çatışmalarını farklı alanlara kaydıran anlatıcının daha çok psikolojik otobiyografisi durumundadır.

Kadınlığın,kadınların hayatının kasvetli ve karanlık ama son tahlilde geçici bir dönemiyle ilgili bir dönemini anlatıyor Elif Şafak.Bir kadının postpartum dönemi boyunca kendi içinde yaşadığı çelişkileri aktarmış fazlasıyla.Kitap,edebiyat ile götüremeyeceğini mantık ve duygu ekseninde tartıyor.Bir kadının biyolojik olarak doğurduğu çocuğa annelik yaparken,fiziksel anlamda kendi yavruları olarak gördüğü kitaplara gereken ilgiyi gösterip gösteremeyeceği üzerinde duruyor.

Kitabın son 50 sayfasında ise postpartum depresyon hakkında nedir,ne zaman oluşur ve tedavi yöntemleri nelerdir gibi tıbbi bilgiler vererek okurun bazen sağlık kitabı mı okuyorum demesine yol açabiliyor.Genel anlamda Elif Şafak’ın içindeki ses korosu,anneliğe olan bakış açısı,hamilelik süreci,anne yazar olmak ve lohusalık sürecindeki depresyonu anlatıyor.Daha çok kadın,annelik ve yazarlık üzerinde duran Elif Şafak,sadece kadın kitlesine seslenme ve onlar üzerine hakimiyet kurma izlenimi yaratıyor.Daha çok okur kitlesi olarak kadınları merkeze alan Elif Şafak,erkek okur kitlesini bu kitabında biraz önemsememiş.Ama her şeye rağmen yinede tüm okur kitlenin seveceği ve hamile olan okuyucuların daha çok anlayabileceği zevkli bir kitap.

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Suç ve Ceza - Fyodor Mihayloviç Dostoyevski // Kitap Yorumu


Kitabın Adı:Suç ve Ceza
Yazar: Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Sayfa Sayısı: 687
Basım Yılı: 1886

Özeti;
Fakir bir genç olan Raskolnikov, başarılı olmasına rağmen hukuk fakültesini maddi sebeplerden ötürü yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Paranın, parayla ne yapılacağını bilmeyen, insanlık ailesine parazit olan aşağılık insanların elinde iken, toplumun gelişmesine büyük katkılar sağlayabileceklerin para sıkıntısı çekmesinin yanlış bir düşünce olduğunu düşünmektedir. Bu yanlışlığı düzeltmek üzere yaşlı ve zengin olan bir tefeciyi,ve onun kız kardeşini görgü tanığı bırakmamak için öldürür. Kimsenin kendisini görmediğini ve geride çok büyük bir olasılıkla bir iz kalmadığını bildiği halde, bazı tesadüflerin sonucunda Raskolnikov müthiş bir tedirginlik içine düşer. İnsanlığını, masumiyetini yitirmiştir. Temiz kalpli Sonya'ya suçunu itiraf eden Raskolnikov, polise de teslim olur ve cezasını çekmek üzere Sibirya'ya gider.

*****
Suç ve Ceza... Kavram olarak hiçte hoş bir etki uyandırmasalar da, bu kelimeler hepimizin hayatlarının belli kesimlerinde, kim bilir belki de bazılarımızın her anında beynini kemiriyordur.
Raskolnikov, dışarıda en yalnız, içinde en kalabalık hayatlardan birini yaşan, aslında bizden biri... Kendimize itiraf edemediğimiz, beynimizi delicesine meşgul eden sorularla cesurca yüzleşebilmiş bir karakter. Zeki ve çalışkan Raskolnikov, hukuk öğrencisi. Ailesinden uzakta. Fakir bir ailenin çocuğu. Belli bir süreden sonra çeşitli sebeplerden dolayı en çokta parasızlıktan dolayı okuluna devam edemiyor. Ayrıca ciddi bir rahatsızlıkta vücudunda baş gösteriyor. Hayat bazen çok güzel nimetler sunarken, bazen de hiç öyle şeyler yapmamış gibi verdiğini geri alıyor. Böyle olunca da doldurulması imkansız boşluklar oluşamaya başlıyor yavaş yavaş baş karakterimizde. Raskolnikov o boşlukları yarattı ve yanlış bir şekilde doldurmaya çalıştı. Parası yoktu, okula devam edemedi. Berbat rutubet kokan bir tavan arasında yaşamına devam etmeye çalıştı. Kendi penceresinden bakınca yaşananlara, bunları kendine hak görmedi. Dışarıda insanlar eğleniyor, gülüyor, kaliteli giyiniyor, iyi mekanlarda oturup kalkıyor.  Onlar öyle yaşarken ben neden böyle bir hayatı yaşıyorum diye düşünmeye ve sorgulamaya başlıyor. Bu dönemde tanrıyı da, inancını da sorgulamaya başladı. Kötü zamanlar geçiriyordu. Bir şeyler yapmalıydı ve yaptı. Yaşlı, zengin tefeci kadını öldürmeyi çare olarak gördü ve öldürdü. Zaten yaşlıydı ve paraya ihtiyacı yoktu. Peki sonra... Artık bir suçluydu, cezası vardı elbet. Günlerce düşündü. Kabul etmedi kendi içinde suçunu. Sonrasında ise pes edip yenik düştü vicdanına.
Belki de hepimizin içinde bir Raskolnikov vardır. Haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüz, bu dünyanın herkese eşit ölçüde davranmadığını, adaletsizliğin diz boyu olduğunu bir çıkış, bir kaçış noktası aradığımız, o noktayı bulamayınca da çaresizliğin verdiği etkiyle yapmayı doğru gördüğümüz ama aslına çok yanlış olan davranışlara yönelmek gibi durumlar yaşamadık mı? Etrafında bir sürü insan olsa da, kalabalık içinde yalnızlaşmadık mı?
Her sayfasında gerçeklik algısı ilmik ilmik içinize işleyecek bir yapıt. Sorguladım bende Raskolnikov gibi her şeyi.  Olayla bir kurgu gibi değildi. Günümüzde sürekli karşılaşılacak olaylardı. Bu da romanın ne kadar zamansız olduğunun göstergesidir. Romanı bitirdikten sonra önce kendimi, sonra çevremdeki insanları ve onlarla olan diyalog sürecini gözden geçirdim.
Gerçeklik nehrinde yıkanıp önümüze servis edilen, bir nevi bizim için ayna olan eşsiz bir eser.



16 Mart 2017 Perşembe

Düşüş - Albert Camus | | Kitap Yorumu




Kitap Adı: Düşüş
Yazar: Albert Camus
Sayfa Sayısı: 102
Basım Yılı: 2015
Yayınevi: Can

Özeti;
   XX. yüzyıl düşünce ve edebiyat dünyasının kuşkusuz en etkili adlarından biri olan Albert Camus, gerek Başkaldıran İnsan ve Sisifos Söyleni gibi felsefe kitaplarında, gerek Yabancı, Veba, Sürgün ve Krallık gibi edebi yapıtlarında, insanın çağdaş dünya karşısında duruşunu sorgular. Ölümüne yakın, 1956'da yayımlandığı Düşüş, modern insanın, kendi bencillik ve çaresizliklerini adım adım görmek zorunda kalışının romanıdır.
  Parisli saygın bir avukat, soylu davaların savunucusu ve çapkın bir erkek olan Jean-Baptiste Clamence, Amsterdam'da köhne köhne bir barda geçmişini anımsar. Kendisiyle yüzleşirken geçmişteki kesinlikler belirsizliklere, başarılar başarızlıklara dönüşür. Clamence'ın itiraflarında, elini taşın altına koymadan yaşayanların, pek çoğumuzun öyküsü vardır. Onun "düşüş"ü hepimize ulaşır. Camus'nün, burjuva ahlak anlayışını zekice alaya aldığı Düşüş, başarılı tekniğiyle de öne çıkan bir roman.

*****
   Kitabı okuyan kişi kitapta aslında sahip olduğu, hasır altı yaptığı gerçek benliği ile tanışır; "Enine boyuna suçlarım kendimi, beni ilgilendiren şeylerle başkalarını ilgilendiren şeyleri karıştırırım.Ortak özellikleri, deneyimleri, zaafları, kibar tavrı bende hüküm süren haliyle "günün adamını" örnek alırım. Böylelikle herkesin olan ve hiç kimsenin olmayan bir adam çizerim. Kısacası karnaval maskeleriyle portre bittiği zaman bu akşamki gibi üzgün göstermeyeceğim. Ben buyum ve size sunacağım bu portre size ayna olacak." Herkese ve hiç kimseye ait olmayan portre.

*****
Albert CAMUS’ a,
     Düşüş kitabınıza başladığım andan itibaren öncelikle kendimi bir iç sorguya çektim. J.B Clamence gerçekten çok farklı bir karakter olmuş. Bir avukat gerçekten bu kadar mı kendi çıkarına yönelik hazlar alabilir. Sizinle beraber olaylara ne kadar çelişkili bakılabileceğini gördüm. Ya da düşündüğümden ne kadar farklı bir algınız olduğunu. Birilerini kendinize muhtaç görmeniz ve bunu sadece tatmin duygusu yaratmak için istemek büyük bir bencilliğin göstergesi bence.
     Bu muhtaç etme durumunu kendinize bir oyun edinmeniz hayatınızda nasıl acımasızlıklar yaptığınızı getiriyor aklıma. Kendinizi üstün nitelikte görmeniz ve o insanları bir patron havasında yermeniz benim alçak gönüllük algımın ne kadar sizden farklı olduğunu gösteriyor. Bir hazzı bile insanlara verebilmek sizin elinizde olsun istiyorsunuz. Belki de bu sizi lider olma hevesine itiyordur. Çünkü kölelerin var olması sizi üstün tutuyor ve bir şeyleri garantilemişsiniz algısı oluşuyor. Onları bir temiz hava gibi gerekli görüp böyle düşünmeniz aslında olmasalar siz değerli yapamayacaksınız kendinizi bir şekilde bu nedenle istiyor olabilirsiniz. Kölelerinizin (hizmetçi) kederli olmasını kendi çıkarınıza uygun bulmayıp huzurunuz kaçtığı için yanlış buluyorsunuz. Eğer sizin etkileneceğiniz bir durum yoksa ortada insanların sıkıntısını pekte önemsemiyorsunuz açıkçası.
    Avukatlık görevinizi yaparken işiniz gereği size bir suçlunun ulaşması sizi mutlu edebiliyor, çünkü kendinizi tehdit altında hissetmeyip tam dersi bir gövde gösterisi olarak görüyorsunuz. Kendinizi düşündüğünüzden daha farklı bir adam olduğunuzu bildiğiniz halde gerçekleri öne sürmekte biraz cesur değilsiniz. İnsanlar sizinle ilgili zayıf, pasif güçsüz düşünmesin diye güç gösterinizi arttırabiliyorsunuz. Hem suçlu olduğunuzu bilip hem de bu algıyı değiştirmek işinize gelmiyor. Güç gösterisi demişken bu süreci denginizdeki insanlara pek fazla uygulayamıyorsunuz sadece kendinizden aşağı da gördüğünüz insanlar için uyguluyorsunuz;  örneğin bir mahkemeden çıkarken kör biz insanın yüzüne tükürmek. Sizde acayip bir algı yaratabiliyor, çünkü mutluluğunuzu arttırıyor. Sizin yardım anlayışınız ‘en küçük’ olanı ezmek ve onun sırtından kendi doğru sandığınız algınızı desteklemektir. Kendinizi esir kampında papa olarak görmek diğer insanlara sizsiz hiçbir şeyi halledemez, size muhtaç olarak algılatıyorsunuz.
    Kendiniz avukat olduğunuz halde insanları kendi düşüncenize göre değerlendiriyorsunuz. ‘acının en büyüğü yasasız yargılanmak’ sözünüzle bir algı çelişkisi var siz tam tersi bir durumu aktarıp çok başka bir şeyle yorumluyorsunuz konuyu. Günümüzde birçok insanın böyle yönlerini görebiliyoruz çıkara göre bir yol belirlediklerini, bu doğrultuda başka insanların düşüncelerinin önemli olmadığını ve dünyayı kendi etrafında dönüyor sananları. Belki sizde bu avukat karakterini bunları düşünerek sundunuz bize.
     Aslında kendi gerçekliklerime bakınca bazı durumlarda avukat Clamence karakterinizle örtüşüyoruz. Örneğin kimileri sev kimileri ise sevme derken ama bana sadık kal diyerek nasıl bir uyuşmazlığın olduğunu görebiliyoruz. Gerçek dünyamı bazen romanınızın bazı kesimleri ile gerçekliğini ayırt bile edemedim. Kadınlara bakış açınız da ki o tutku yeryüzünün onlarsız ne kadar eksiz olduğu düşüncesini paylaşırken bizimle bir yandan da onun yok olup gitmesine izin vermek… Hatta ve hatta buna mani olmak için hiçbir şey yapmamak şaşırttı beni açıkçası. Köprüden atlayan kadının yokluğunu kabul edemeyen kahramanımızın gazete, dergi okumadan ve haber izlemeden bunu atlatmaya çalışması sadece bir ütopya değil miydi sizce de?
    İnsanın bir derdinden bir sıkıntısından kurtulmak için cesaret beklerken yine kendi gibi bir insana hislerini açması, aslında bu durumu acıdan kaçmak istememesi olarak değinmişsiniz sonuna kadar katılıyorum. İnsan her zaman dinlenilmeyi isterken asıl olarak kendisini onaylamasını bekliyor. Tüm bunlar bireyin toplum içindeki sinmişliğini ve yeniden var olmaya çalıştığının ufak bir göstergesi bence. Çok tanıdığız bu yaklaşıma.
    Tanrı zorunlu değildir derken insanın tüm algılarını gözden geçirmesine itiyormuşsunuz gibime geldi. Son yargıyı beklemektense insanların yargısı var bu yüzden buna gerek yok diyebiliyorsunuz. Altından kalkılamayan acılar olduğunu ve insan ancak öldüğünde acılarının ağırlığının farkına varılması gerçekten hayatın ta kendisi olmuyor mu? Herkesin hayatında biraz böyle hikâyeler vardır diye düşünüyorum.
    Kitabınızı çok beğendim insanın durup kendisini tekrardan değerlendirmesini sağlıyor. Size yazdıklarım eleştiri için değil, bir insanın gerçekte olanla, kendini nasıl algıladığının farkı gerçekten bu kadar açık olabilir mi bana sanki o uçurumdan illaki düşer gibi geldi. Bizim algımız romanınızdaki kadar açık mesafeli değil.

Teşekkür ederim bu değerli kitabınız için...


12 Mart 2017 Pazar

Hayvan Çiftliği - George Orwell | | Kitap Yorumu




Kitabın Adı: Hayvan Çiftliği
Yazar: George Orwell
Sayfa Sayısı: 152
Basım Yılı:2016
Yayınevi: Can

Özeti;
İngiliz yazar George Orwell, ülkemizde daha çok Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı kitabıyla tanınır. Hayvan Çiftliği, onun çağdaş klasikler arasına girmiş bir diğer çok ünlü eseridir. 1940'lardaki "reel sos­yalizm"in eleştirisi olan bu roman, dünya edebiyatında yergi türünün başyapıtlarından biri olarak kabul edilir.
   Hayvan Çiftliği'nin başkişileri hayvanlardır. Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren insanlara başkaldırıp çiftliğin yönetimini ele geçirir. Amaçları daha eşitlikçi bir topluluk oluşturmaktır. Aralarında en akıllı olan domuzlar, kısa sürede önder bir takım oluşturur; ama devrimi de yine onlar yolundan saptırır. Ne yazık ki insanlardan daha baskıcı, daha acımasız bir diktatörlük kurulmuştur artık. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin'i simgelediği açıktır. Diğer kahramanlar gerçek kişileri çağrıştırmasalar da, bir diktatörlük ortamında olabilecek kişilerdir.
   Altbaşlığı Bir Peri Masalı olan Hayvan Çiftliği, bir masal anlatımıyla yazılmıştır; ama küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değil, çarpıcı bir politik taşlamadır.


* * * * *
  İnsanların baskıcı ve acımasız yönetimlerinden dolayı ezilen hayvanlar, isyan başlatarak çiftilik sahibini kovmaları ve çiftlik yönetimini ele almalarını konu alan bir kitap. İsyandan sonra eşitlikçi bir şekilde yönetilen çiftlik, domuzların akıl almaz güç savaşları ve kendi ırklarını üstün görmeleriyle sekteye uğrar. Kendi kanunlarını hazırlayan hayvanların oluşturduğu “yedi emir” zamanla değişime uğramaya başlar. Değiştirilen emirler yüzünde diğer hayvanlar sömürülmeye başlanmıştır fakat bu durumun emekçi hayvanlar farkında değildir; gerek okuma yazma bilmemelerinden gerekse domuzların yönetiminde daha iyi bir hayata sahip olduklarını düşünmelerinden.
   Emekçi hayvanların seslerinin çıkmamasından güç alan domuzlar yönetimi daha da abartıp diktatörlük kurmuşlardır. Artık domuzlar insanlardan daha acımasız varlıklar haline dönmüştür. Domuzların insanlar gibi iki ayak üstünde yürüdüğü, alkol içtiği,masada yemek yediği vb. pek çok şeyi taklit ettiklerini yazar romanda bize gösterir. Kitabın sonunda ise artık insanlar ile domuzlar ayırt edilemez hale geldikleri görürüz.                                                                                                      
     Bu kitapta en dikkat çekici yerlerden biri hayvanların sömürüldüğünün hiçbir şekilde farkında olmaması çünkü hayvanlar eskisinden daha iyi bir hayat yaşadıklarına kendilerini inandırmışlar. Hipnoz etkisi gibi…  Bu romandaki karakterleri insanlaştırdığımız zaman her şeyin birebir örtüştüğünü söylenebilir. Çünkü geçmişten günümüze kadar süregelen bu iktidar çatışmalarında ezilen taraf hep halk olduğu kitapta hayvanlar üzerinden gösterilmiştir. Yazarın bize gösterdiği en önemli şeylerden biride statükoya karşı olanlar, statükoyu ellerine geçirdikleri zaman statükocu olacaklardır. Bu durumun ne kominizm, ne sosyalizm, ne kapaitalizm vb. ideoloji ile ilgisi olmadığı, bütünüyle insanoğlunun doğasından kaynaklandığını okuyucunun yüzüne vuruyor.
   Umarım roman karakteri Moses’in bahsettiği o Balbadem Diyarı gerçekten tüm dünyada var olur ve bütün insanlar daha özgür daha eşit şekilde yaşamayı başarırlar. 



11 Mart 2017 Cumartesi

Kemal Tahir - Kurt Kanunu | | Kitap Yorumu

   

Kitabın Adı: Kurt Kanunu
Yazar: Kemal Tahir
Sayfa Sayısı: 312
Basım Yılı: 2015
Yayınevi: İthaki

Özeti;
"Kurtlukta düşeni yemek kanundur" korkusunu her an enselerinde hissederek yaşayan köşeye kıstırılmış, kendileriyle ve geçmişleriyle, içinde bulundukları zamanla hesaplaşan insanları anlatıyor Kemal Tahir, Kurt Kanunu'nda. Cumhuriyetin en bunalımlı dönemlerinden biri olarak değerlendirilen "İzmir Suikasti" olayına karışan ve karıştırılanların dramı olarak da okunabilecek roman, İttihatçılar arasındaki iktidar kavgasını ve tasfiye sürecini de acımasız bir yalınlıkla ve öz eleştiriyle ortaya koyuyor.
* * * * *  
    Kurt kanunu kitabı yaşanmış bir tarihi olayı açık ve net bir şekilde önümüze seriyor. Roman da İzmir suikastine neden olan Abdülkerim ve suikaste adı karıştırılan Kara Kemal’in hikâyesini anlatıyor. Suikasti planlayanların gözünden olayları anlatan bir kitap. Bu kitap sayesinde insanların nasıl hırslarının kurbanı olduğunu ve çıkar ilişkilerinin dostlukları nasıl yerle bir ettiğini görüyoruz. Kara Kemal, romana göre suçu olmadığı halde olaya adı karıştırılıyor. Kitabı okudukça Kara Kemal’in başına gelenlere üzülüyorsunuz. Belkide böyle bir olaya adı karıştırılmamış olsaydı, onun çok farklı yerlerde olabileceği çok açıktı. Abdülkerim karakteri ise kitapta daha çok kadınlarla olan ilişkileri üzerinden anlatılıyor. Siyasetçi yönü arka planda bırakılmış. Okuyucuda boş bir insan havası yaratılmış.
   Kitabın eleştireceğim yönlerinden ilki çok fazla karakterin olması ve bu karakterlerin hikâyesinin de anlatılması, buda okuyucunun asıl konudan uzaklaşmasına neden oluyor. Ayrıca romanı 3 farklı kişinin anlatması  okuyucuda ciddi kafa karışıklığı yaratıyor. Çünkü hikâye o bölümlerde bambaşka hal almaya başlıyor ve bir süre sonra ancak olayları yakalayabiliyorsunuz. Kitabı sıkıcı yapan bir diğer unsur ise betimlemeler. Bu betimlemeler kitapta sayfalarca yeri kapsıyor. Örneğin, kitabın bir bölümünde o gün çıkan bir gazetenin betimlemesi yapılıyor. O gazetede çıkan bütün haberlere ayrı ayrı anlatılıyor. Okuyucuda  sıkılmaya neden olacak bir durum. Kitabın en önemli sorunlarından biriside yakaladığı ritmi hikâye boyunca sürdürememesi. Hikâyenin durağanlaştı kısımlarda çok fazlaydı ve  iç monologlar aşırıydı. Bütün bunlar kitabı beğenmeye engel değil tabi ki. 
   Romanı bitirdiğinizde kendinizi sorgulatıyor . Kara Kemal’in kendini öldürmesini sorguluyorsunuz. Emin Bey’in yaşadığı vicdan azabını sorguluyorsunuz. Ve tabi ki bütün bunları sorgulamamızı sağlayan Kemal Tahir’e teşekkür etmemiz gerekiyor, bu kadar cesur olduğu ve korkmadan yazdığı için. Biz halk olarak nedenlerle değil sonuçlarla ilgilenen insanlardan oluşuyoruz. Kemal Tahir ise bize ayna tutarak görünenin arkasında ki saklı olanları gösteriyor. Son olarak bu kitap benim için çelişkinin, hüznün, hırsların, vicdanın ve yalnızlığın resmini oluşturuyor.